RIZIK

Batman-İstanbul Uçağı

21:13, 2 Haziran 21

-I-

İronik bir vaka olarak ben dönüp dolaşıp aynı soruya değiyorum hep: Nerden başlamalı? Hayata nereden başlamalı cenderesinden kurtulduğum hissine kapıldığımdan bu yana daha mutluyum, hayat daha aydınlık gözümde. Evliyaullhın rızık için onca duası kuşkusuz boşa değil. Elbette rızıktan kasıtları sadece dünya geçimliği olmasa da bu da ona dahil. Bu öyle bir şey ki bir anda seni dünyanın en bedbin, karamsar ve çaresiz insanı hale getirirken, kararınca gelip seni bulduğu anda ise iç aydınlığın oluyor. İstisnaları bir yana bununla sınav edilen ortalama her insanın durumu bu. Ben hiçbir zaman kendimi ayrıcalıklı bir insan olarak görmedim. Özel olarak yaratılmış, allanıp pullanmış, üstün yeteneklerle donatılmış da öyle bırakılıvermiş  dünya sahasına hiç hissetmedim. Ancak kavrayışımın mucizevi derinliği karşısında hep hayrete düştüm. Ayrıcalıklı değildim evet ama farklıydım. Bu gerçeği öğrenmem gecikmedi. Kavramanın insan için çok da avantajlı bir lütuf olmadığını kavramam da öyle. Kavrayışı, idraki yüksek olmak demek aynı zamanda karmaşa demek olduğunu bizzat deneyimledim defalarca. Orta okul yıllarımdan bu yana kendimi bilirim. Bilinç ve idrakin çarpıcı aydınlığı altında yürüyorum. O nedenle daima meraklı bir arayış ve öğreniş fiilleriyle içiçeyim. Kısaca her şeyi... Öncelikle bedenimin sırlarını kamçıladım, zihnimin içindeki şakırdamalar dipdiri durdu karşımda uzun soluklu. Evren, güneş, ay, gezegenler, galaksiler... İnsan hayatı. Akıp giden canlı yaşamın tüm manzaraları.En küçük yapı biriminden en büyüğüne dek her şey varlığı ve bilgisiyle acımaksızın hücum edip durdu her yanıma. Kiminden derecesiz zevk aldım. Kimiyle acının en çıplak haliyle yüzleştim. Zihnim elbette acılar içinde kıvrandıkça bedenimin aramgahına tazelenmek ve yenilenmek için sığınacaktım her keresinde. Nihayet kitaptan kitaba bilginin peşinde salapati koşturup durduğum yıllar biriktirdim. O oburluk, inciğini cıncığını çıkarırcasına,  o en ayrıntısına kadar öğrenme merakımın denizin dalgaları savurganlığında bir o yana bir şu yana dolaşıp durdum. Her şeyden bir parça da değil öyle. Her şeye aynı anda ve tamamına sahip olma iştahı beni yoruyordu. Hatta bir keresinde samimi bir toplulukta yaşça bizden büyük tecrübeli bir ağabeyimiz sırayla geleceğe dair hayallerimizi sorduğunda orada bulunanlardan her biri daha olur, daha ayağı yere basan evlilik, iş vs. hayallerim var derken ben uçarı bir edayla hayalimin tarihin başından bu yana meydana gelen her bir vakayı bilmek, yazılmış her metni okumak, her bir besteyi ezberlemek, her dili öğrenmek, her enstrümanı çalmak olduğunu söylemiştim de oradakilerin en ağırbaşlısı olan ben çoğunun tuhaf bakışlarına maruz kalmıştım da düştüğüm halden utanmıştım. Burada şu ironiyi dillendirmezsem olmaz. Oradakilerin en uçarı hayalli beni hepsinden evvel evlenmiş, çocuk sahibi olmuş ve hatırı sayılır gelir getiren bir işi olmuştu. Gerçi her ne kadar hatırı sayılır itibarlı bir meslek edinmiş olsam da daha geçen yıla kadar meslek sahibi ortalama bir bireyin kazancı cebime girmiyordu. Ay başları hep ucu ucunaydı. Bu süreçte düzenli kitap okumayı, disiplinli öğrenmeyi, mütemadiyen yazmayı nispeten bırakmıştım.  Bereket ki henüz düşünmeyi terk etmemiştim. Birkaç yılım daha böyle geçti. Bir yerden başlamalıydı artık hayat. Artık soyut, sadece kalbimi ve zihnimi yoran sorumluluklarım yoktu. Daha somut daha gerçek, daha dış dünyayla alakadar sorumluluklarım vardı. Bunları taşımak daha zordu. Lan, dedim, lan neler oluyor? Tanrım! Bu öyle entelektüel varoluş sancılarına benzemiyor. Bildiğin kahpece deşiyor göğsümü. Durmuyor da. Sanki ömürlük düşmanım bir ömür arayıştan sonra beni bulmuş da bir köşeye kıstırıp falakaya çekiyor! Oğlum, diyorum bunun bir çözümü olmalı. Sağına soluna bak hele. Bu böyle olmamalı. Yeminlen her şey şaka gibiydi. İronik olansa mesleğimin buna gayet müsait olması ve benim yeterince yetenekli olmam. Buna rağmen doğrulmuyorum. Allah belasını versin! Dediğim gibi hayatım ironi. İşte o an gerçek varoluş sancıları yakama üşüştüler. Yataklara düştüm. Dünyada mideyle boğazdan mürettep,  dış dünyanın tüm çetin ceviz saldırılarına karşı tamamen savunmasız bir varlık olmanın sancıları çenemden aşağı bir bir düştüler. Göğsüm sıkıştı başımı yastığa koyduğum her gece.  İçime içime döküldü gözyaşlarım. Bu çaresizlik ve bedbinlik ve bitkinlik ve acziyetin bir tarifi olmalıydı ama yanımda yoktu. Tarifsizdi ruhumda duyduğum her şey. Bir yandan gözlerimin ta içine işleyen bakışlarıyla üç çift göz diğer yanda bagajımda bana göz kırpıp kur yapan hayallerim. Nitekim bunları daha evvel uzun uzun anlattım sana. Hatta bıktım, yoruldum tüm bunlardan diye de sitem etmiştim sonunda. Madalyonun diğer yüzündeyse soğuk, zifiri karanlık, yaratık yutan derin dalgalarıyla dünya hayatı. Sonradan öğrendim bu halin tarifini: Depresyon! Modern psikoloji dilinde adı buymuş! Göz göre göre ağır depresyon geçiriyormuşum. Sonra bir gün yine eve yorgun argın dönmüş, yemek sonrası oturma odasındaki kanepelerden birine uzanmış ayağımı da ritmik sallarken  -içimin tipik dış yansıması- yine düşünce dünyamda alabora olmuş diplere sürüklenirken aniden bir şey oldu. Bir vazgeçme geldi bana. Sanki biri kulağımın arkasına vurdu ve şöyle dedi: Bırak! 

-II-

Altın gibi bir mesleğim vardı. Ve ben bundan yeterince istifade etmiyordum. Oysa şu yeryüzünde düşünce ve duygudan muttasıl her hayal ya tüm konfor ve nimetten azami hali olmayı ya da tüm bunlara makul ve asgari ölçüde sahip olmayı gerektiriyordu. Madem ben tek başıma değildim. Azamet benim karım değildi. Bu bir seçenek değildi benim için. Yani artık değildi. Çünkü gözleri gözlerimin, canı canımın içinde atıp duran üç kalbin sorumluluğunu taşıyordum. Artık bir değil dört candım. Birini bırakınca bu diğerlerini de bırakmak demekti. Yani böyle bir lüksüm yoktu. Klişe bir ifade biçimi olarak: Meğer ölmek en kolayıymış. Yaşamak en zoruymuş. Tabi kolları sıvadık. Bismillahımızı tazeleyip gövdemizle birlikte daldık dünyanın kalbine. Sıra bendeydi. Başka çarem yoktu. Bu, malum manada çaresizlik değil, çarenin ta kendisi olmuştu. İşte şimdi burdayım. Durduğum noktadan dönüp baktığımda lan o kadar da zor değilmiş senin için, diyor bir yanım bıyık altından kıs kıs gülerek. Yani demek istiyor ki o kadar da büyütme. Oysa ben dönüp de o bırak noktasından olaya her baktığımda içimi titreme alıyor. Bir başka yanım hemen devralıyor mikrofonu: o kadar da küçümseme. Korku ve ümit arasında. İşte bu ahval üzere bir uçtan diğer uca yuvarlanıp duruyorum şimdilik. Bagajımsa her an bir şaşırtıya gebe. Ya sen nasılsın? 

Yorumlar

Popüler Yayınlar