HASTAHANE
Elif'im merhaba,
Sana bunları tek solukta yazmadım. Gah orda gah burda yazdım. Düşündüm, düşündüm de yazdım. Tekrar tekrar okudum; yaşadım, sonra yaşlandım da yazdım.
Hastahane; hayatımın son yıllarının ayyuka çıkmış kelimesi... Bir kelime ne kadar itici olabilirse o kadar itici; bir kelime ne kadar mide bulandırabiliyorsa o kadar bulandırıyor midemi; bir kelime ne kadar kötücül ve bedbahtsa o kadar kötücül ve bedbaht; ila ahiri vs. cümleat. Sözün tam bu noktasında perdeyi oynatınca neler görünüyor neler. İlk yalnız başıma hastahaneye gidişim dün gibi gözlerimin önünde. Lise ikinci sınıftayım. Midemden ve bünyemden yana şikayetlerim var. Sürekli halsizim. Sürekli yorgun haldeyim. Kafamı kaldıracak mecali bulamıyorum kendimde. Öte yandan hastahaneye gitmek fikrini kendimden uzak tutuyorum. Bunun adını ne koymalı hala kestiremiyorum; üşenmek, ısınamamak, alışkın olmamak, daima uzak bir ihtimal olarak görmek, henüz tanışık olmamak, sevimsizlik? Hepsi ya da belki de hiçbiri. Bilemiyorum. Özel hastahaneye gidecektim. Hastahane kapısından içeri giriyorum. Şaşılacak şey, o hastahane kapısından son girişim olmayacaktı. Ve kader iki çocuğumu da o hastahanenin kapısında verecekti kucağıma. Bazı tesadüfler insanda çok karışık duygular yaratır. Öyle ki anlatması neredeyse imkansızdır. Misal altı yedi yıl evvel ayakla yürüdüğüm lise okulum ile şu anki işyerimin bulunduğu semt arası her sabah aracımla evimden çıkıp gidiyor olmak bu duygulardan. Nitekim okulumdan mezun olup da kendimi bulduğumu addettiğim şehre avdet ettikten sonra ara ara geldiğim burada, okulumun önünden her geçişimde hissettiğim o tuhaflığı, ruhumdaki karmaşıklığı anlatabilmem mümkün değil. Sıra numaramı aldım. Sıra bana geldi. Otomasyondan fiş kestireceğim anda muayene ücreti istemişlerdi benden. Şaşırmıştım. Sonrasında kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Çünkü üstümde o kadar para yoktu. On lira deyip geçme. On lira o zamanlar çok paraydı. Enflasyonun şu son on yılda on kat arttığını düşünürsek o zaman o para bir öğrenci için çok paraydı anlayacağın. Neyseki bir gün önceden sözleştiğimiz üzere babam ilçeden yola çıkmış buraya gelecek ve doktora görünürken velim olarak bana refakat edecekti. Nedense yanımda istemiştim onu. Daha iyi muayene ederler yahut da babam daha iyi anlatır diye düşünmüş olmalıyım. Babamın gelişi ve tüm o muayene süreci anı anına hatırımda. Hastahanenin döner kapısından içeri girişi, seri bir şekilde fiş kesilen bölmeye ilerleyişi, cebinden on lira çıkarıp uzatışı; kolumdan tutup polikliniğin bulunduğu bir üst kata beraber gidişimiz, doktorla görüşmemiz, doktorun karnımı açıp üç parmağıyla birkaç kez tıklatır gibi yapması, tahliller ve sonrasında midemin aşağı kaydığının anlaşılması, hepsi hala zihnimde canlılığını koruyor. O anı bunca özel kılan şeyin ne olduğu hakkında bir fikrim yok. Zihnimde ara ara nedensiz canlanıp duran abuk subuk sayısız tablodan biri mi yoksa başka bir sırrı mı var, bilmiyorum. Sözü dolandırıp getirmek istediğim nokta sanırım şu: o hastahane ve sonrasındaki tedavi süreci neticesini hakkıyla vermedi hiçbir zaman. O halsizlik ve yorgunluk hali hiçbir zaman tam anlamıyla üstümden kalkmadı. O günden sonra adeta hastahane müptelası olmuştum. En ufak bir rahatsızlıkta kendimi hastahane yolunu tutarken bulmaya başladım. Bir arkadaşımın deyimiyle hastalık hastası olmuştum adeta. Sürekli hastaydım. Hasta olmadığım zamanlar bu defa hastalıksızlık hastalığı nüksediyordu. Sonra üniversite yıllarım... ah o yıllar... Bir yandan ne olurdu hiç hatırlamasaydım, diğer yandan ne de güzel yıllarımdı dediğim yıllardı. Sahi farkettim de çelişki bende hususiyet halini almış. Liseden kaptığım hastalık hastalığım burada da devam etti. Bir ayağım daima bana en yakın hastahanenin acil servisindeydi. Hele ki son yılımda. Kollarım delik deşik... Serumdan! O kadar ki bir ara haftada bir rutinim haline gelmişti. Geçmiyordu. Öte yandan bağımlılık, bu rutin hal bağımlılık yapmıştı bende. Bir kısır döngünün içinde hapsolmuştum. Kışı sevmiyordum. Soğuğu sevmiyordum. Kapalı, rüzgarlı havaları sevmiyordum. Beni hasta edeceğini, hastahane yoluna düşüreceğini düşündüğüm hiçbir şeyi sevmiyordum. Baharı seviyordum ben, nevruzdu en sevdiğim ayın adı. Sıcağı, güneşi seviyordum. Bazı bazı güneşe çıkar, yüzümü göğe döner, uzun uzun güneşle yıkardım gözlerimi. Işık! Sonsuz bir ışıklar, uçsuz güneşler aşkına beni güneşe gömsünler! Dibine kadar baharcı; tepeden tırnağa yazcıyım ben, diyordum. Güneşe tapanları daha iyi anlıyordum. Tapılmayacak gibi mi? Hayata canlılık veren güneş değil midir? Vahiyden habersiz ademin, varlığını ondan bilmesinden daha doğal ne olabilir? Yaşama, doğuşuyla start veren; batışıyla da son veren güneşin kudretine kör olunabilir mi? Şükür sebebimim imamesiydi güneşin varlığı, inancım ve tapınmamın kaynağı. Her Kasım güneşinde; çocukluğumun yıllarında dedemlerde 'ortme'nin üstünde güneşlenirken nar tanelerine dişlerimizi geçirdiğimiz anılarım tazelenirdi. Yine sıcak yaz mevsiminde bir öğlen vakti Zeydan'dan yahut da Sırsiyan'dan köye atlan güneşi sırtımda taşıdığım o müstesna zamanlar tekrarlanırdı bende. Olur da Taştepe yokuşundan yukarı tırmanmam günün ortasına denk gelmişse aniden çocukluğumun Bedvan'ının sarı, tozlu; daracık sokaklarından birine düşerdim. Güneş benim hayatımdaki tüm anıların toplamı, hatıratımın sinema perdesiydi ve çocukluğumun da taşıyıcısı... Beyin hücrelerimin her bir zerresinde ayrı bir hissiyat depreşirdi güneşle. Güneş ruhumun aynası, zihnimin hortkuluğu gibi bir şeydi. Hasılı sözün boğulmamış tarifiyle; güneş, içimi ısıtan her şeyin adıydı. Güneş güzeldi. Kimi kızlara, kimi dağlara, kimi de buzlara yazardı şiirlerini; bense güneşe, yani bahara. Menekşe Hanım'la her sözleştiğimizde bana Nevruz bey, derdi. Güneşe iman etmiştim ben. Öyle ki Menekşe Hanım'ın tüm buhranının ilacının güneşte olduğuna, Nevruz Bey'in bahara yazdığı şiirlerinin ona şifa olacağına o kadar inanmıştım ki -nitekim öyleydi de- bahar gelecek, bahar bahar baran yağacak; saçlarından düşlerine dek güneş dolacak diye kesin bir inançla göğsünü dolduruyordum onun. Geviş getirmeye pek niyetli olmadığımdan bu faslı şuracıkta kesiyorum.
Mevzuya devam edecek olursam; hastalık gözümde kapkara bir renk iken nasıl olur da artık tahammül edebilirim ki! Ben tahammülümü çoktan yitirmiş olduğumu henüz anlıyorum. Aslında problemin nerde olduğunu da henüz anlıyorum; durulanamadım. Durmadım. Durulmadım. Bir lahza soluklanmadan, nefesimi tazelemeden, yıpranmış olarak çıktığım son kaç yılın yorgunluklarını üzerimden atmadan bir anda tamamiyle yabancısı olduğum dünya denizinden bir başka adaya soyundum. Muhtevası hakkında tek kelime bilgim, tek parça tecrübem olmadığına seni temin ederim. Evet yine o can alıcı söze denk geldim gördün mü; her şeyi tecrübe ederek öğrenme laneti burada da boğazıma yapıştı. Bunları yine bir Kasım güneşine yüzümü vermiş, dudaklarımda dedemin gidişinin hüznüyle karışık bir tebessümle yazdığımı bil diye belirtme ihtiyacı duyuyorum. Demin dediğim gibi bazı tesadüfler insanda çok karışık duygular yaratır. Başka bir kelime bulamadım karışık dışında, bu hali ifade edebileceğim. Ortaya karışık bir şey çıkıyor ve sen onu birbirinden seçemiyorsun. Ne zavallılık ama! Hülasa dolu çay bardakları gelip geçiyor önümden, buharı üstünde. Güneşe vurunca buharın dansını görebiliyorsun. Şiir gibi, hüzün gibi. Konu ha bire başka bir mecraya gidiyor farkındayım. Karışıklığın hakkı da bu olsa gerek.
Evet, bir baktım o hakkında zerre fikrim olmayan adadayım. Bilmeyen için sıkıntı ve meşakket ovasından farkı yok. Atı nasıl süreceğini bilen için hayat güzel tabi. Oysa benim için öyle değildi. Daha da kötüsü benim bu adayı keşfettiğimi sanmam. Ne kadar da ironik değil mi? Derken günler günleri kovalayadursun, günler geçtikçe biz değişiyorduk. Sen değişiyordun. O sıhhat küpü yavaştan sıkıntıyla doluyordu. Bu çok normal bir şeydi, normalde. O kadar ki ekmek gibi, su gibi; olması gerekli her şey gibi. Hayatı öğrenecektik. Pişecektim. Öyle pervasız hayata kök salmanın kefareti beni bekliyor, gün geçtikçe de yaklaşıyormuş oysa. Hakkı var; hayat kucağıma önce seni verdi. Pervasızlığımın ilk en güzel meyvesi bu oldu. Günlerce, gecelerce; kaygıdan uzak, sende olan hazinelerin sefasını sürüyor, tadını çıkarıyordum. Soluklanmadan, dur-durak, sınır-bucak tanımadan geceleri sabahlıyor, sabahları akşamlıyordum. Kalbinden içeri giriyor, nefesinle dışarı tıpkı bir kuş gibi uçuyordum. Dudaklarındaki o vişne reçeli lezzeti anmadan geçemeyeceğim. Selam olsun. Boynun, ellerin ve göğsün... O sonsuz ışıklı tünel... Hepsine hürmetlerimi sunuyorum. Şad oldum. Sonra hayat bana bir arife günü, son orucun iftarında fitneden ve nimetten mütevellid bir şey verdi kucağıma. Tadı çok başkaydı. İşte bir güzellik daha sana, dedi bana. Hayata çaktığım çivi bir darbe daha almıştı başından. Bir yıl arayla bir tane daha. Eyvah, dedim. Sonrasında olaylar gelişti. Hem de ne sıkıntılara gebe olaylar. Bu sayede istememek gerektiğini öğrendim. Çünkü istediğim ve sonrasında sahip olduğum her şey beni biraz daha yaşama mahkum etmekte, bağımlı kılmakta; ondan ayrılmamı zorlaştırmakta ve illa ki bir şekilde benden bunun kefaretini de almaktadır. Biliyorum almaya devam edecektir de. Bütün bunları şikayet yahut pişmanlık algılama. Bunu pervasızlığının muhasebesi yapan ve kaynamışlığın ilk basamağını geçmiş bir adamın övünç nutku say.
Son söz niyetine; hayatın hastanede başlayıp hastanede bitiyor olması ironik değil mi sence de?
Son söz niyetine; hayatın hastanede başlayıp hastanede bitiyor olması ironik değil mi sence de?
Yorumlar
Yorum Gönder