TANIDIK BİR HİKAYE
I
Bir vakit, zihnimin tıpkı şu andaki gibi bulanık ve sağlıksız olduğu bir vakit, tanıdık olmanın hikayesini anlatmıştım. Sen de, eskinin tadını vermiyor, mealinde bir yorum yapmıştın. Haklıydın. Fazalca çiğdi kelimeler. Nedeni açıktı. Aslında tüm bu her şeyin nedeni açık. Daha kötüsü bunu anlayamayacak kadar körleşmiş olmak... Körlük kötü bir şey. İnsan bir kez kör olmayıversin hepten karanlıklara boğuluyor. İstese de göremiyor artık. Geri dönüşü olmayan hadiseler, geri alınamayan sözler, geri dönülemeyen, ikinci bir seçeneği olmayan tercihler gibi... Körlük bir bakıma çiğlik de katar insanın ruhuna. Böyle olunca da o ruhtan damlayan her şeyde çiğlik kaçınılmaz oluyor. Çiğlik önce dile vuruyor. Dilde nüksediyor. Dil, lezzetini yitiriyor. Eski zevki vermez oluyor artık. Çünkü dil bağsız dönüyor. Ondan dökülenler de gırtlaktan yukarıda kalan kısmından Allah ne verdiyse... Allah kimseyi dilsiz bırakmasın. Dilsiz olmak büyük talihsizlik. Oysa sevgi dille ifadesini bulur. Dostluk dille oluşur. Aşk dille kendine yuva yapar. Eğer dil olmazsa aşık aşkını, dost sevgisini nasıl ifade edebilir? Bu, mümkün değildir. Bilemiyorum artık eskisi gibi heyecan duyuyor musun, kalbinin derinliklerine dokunabiliyor muyum sözlerimle? Bundan eskisi kadar emin olduğumu söylememem. Bizi bağlayan bağın bu olduğu gerçeğini hiçbir zaman unuttum zannetme. Çünkü hiçbir zaman unutmadım. Seni bekletmekten usandırdığımı da iyi biliyorum. Mazeret sunmanın sırası ve yeri değil burası. Bazı şeyler için mazeretin önemi yoktur. Çünkü bazı şeylerin sadece sonucu vardır ve sadece sonucu önemlidir. Evveliyatını deşmek anlamsızdır. Hasılı sözü uzatmak niyetinde değilim. Şunca zamandır içimde müthiş bir yazma isteği var, bil istiyorum. Her an oturup sana kendimden bir şeyler yazma arzusundayım. Senin de bir köşeye çekilip tıpkı ilk günlerdeki heyecanla, hiç soluksuz, kalbin kıpır kıpır, ellerinde hafif bir titremeyle yazdıklarımı okuyor oluşunu hayal ediyorum. Nedense her mektubu sana gönderdikten sonra içimi bu hayalin verdiği his kaplıyor. Evet diyorum. İşte gördü. Mektubumu açtı. Önce dudaklarıyla usulca teberrük etti. Sonra gözlerine sürdü. İşte şimdi de bir köşeye çekildi. İla ahir..
II
Çiğliğe övgü;
'...kimi ruhlar evvelden aşinadır birbirine.' demişti biri bir mısrasında. Bunu duyduğum o ilk anı hiç unutamam. Zira bu mısrada, o ana dek yaşadığım ancak bir türlü adını koyamadığım bir hissin karşılığını bulmuştum. Sanki karnımı yarmış da karnımda dolaşan o isimsiz yaratığı bulup çıkarmıştı bir anda. Dudaklarıma sıcacık konan bir gülümsemenin tatlılığıyla bir daha bir daha dinlemiştim. İlginç olan ise ruhumun aşinası olduğu o ruhun kimde ve nerede olduğunu bilmeyişimdi. Sanırım ben de doğuştan sancılıların kafilesindendim. İçimde bir yerlerde aşina olduğum o yârin hayali sesleniyordu bana sürekli. Ne var ki o seslenişin ne taraftan olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Serseri, yularsız bir atın sırtında gibi hissettiriyordu bana içinde bulunduğum ahval. Sürekli düşünüyor, hayal kuruyor ve peşinden koşuyordum o belirsiz sedanın. Eli, yüzü; gözü, kulağı neye benziyor, bilmek istiyordum. Bir şeye benzetemiyordum ama. Hiçbir şeye benzemiyordu o. Bazen onu karşıma alır, konuşurdum. Ona; Gördüğüm, duyduğum, dokunduğum, okuduğum, yazdığım ve dinlediğim her şeyde onu aradığımı söylerdim. Ama bir türlü bulamadığımı da... Belki de doğru zamanı ve doğru mekanı henüz bir araya getirememiştim. Aramaktan vazgeçmemeli daima sabırla aramalıydım. 'Arayanlar bulur'du muhakkak. Gece gündüz, dur duraksız, yerce ve göğce; ne bir dere bırakmalıydı bakmadık ne bir mağara ve ne de bir taşın, bir ağacın ardını... Bütün kalpleri dolaşmalıydım. Madem o vardı. Pekala bulunabilirdi de.
Bu mısranın üzerinden başka mısralar geçti. Başka şiirler, başka zamanlar... Başka başka mekânlar ve insanlar... Başka ezgiler ve besteler ve başkaca şarkılar geçiverdi sonra, ta uzaklardan gelip yüreğime dokunarak hem de. Derken gönül deresi durmadı, her demki coşkusuyla akmaya devam etti. Bülbül daima şakıdı. O ilk anki arama tutkusu ise hiç azalmadı. Arayışlar arayışlara eklendi. Arayışlar, arayışları getirdi. Ve arayışlar, arayışlar içinde yeşerdi, buldu kendini. Nihayet çalınmadık kapı, çalınmadık saz, kendisiyle dans edilmedik nota kalmadı.
Nedensiz bir zamanda nedensiz bir an geldi ki, o anı hangi sözcükle anlatmalı... Kadim bir sır gibiydi. Asıtlardır o mukaddes testiden akan bir su... Zihnimin tüm yetileri felç... Sanki yaşamıyordum. Sanki nefes almıyordum. Ya da yoktum ben. Var gibiydim. Gibi, fazlaydı o ana. Her şey fazlaydı aslında. Hiçbir harfe ve telaffuza ihtiyaç yoktu. Tek bir andı o an ve o ana kanımca en güzel sadece sükût yetebilir. Ve sadece sükut ile anlaşılabilir. Derin ve sakin; durağan bir zamanın içinden çağlayıp gelen kulağın şu ana dek böylesini duymadığı olabildiğince sessiz bir sükut...
Nitekim öyle de oldu. Sükût, kollarını açtı. Şair, o kolları kendi için beşik edindi. Sustu sonra. Sükuta tutundu. Umut ağacının dallarını düşündü. O ağacın dallarına yapacağı salıncakların ve o salıncaklarda sallayacağı çocukların hayalleriyle uyudu nice kez. Hem bir de o ağacın dibinde dizine yatınca yârin, zülfüne değsindi eli insanın; yârin eli de göğsüne. Öte ne istenirdi ki.
Yorumlar
Yorum Gönder